OSMANLI'DA MEKAN VE İNSAN İLİŞKİSİ / HUMAN AND PLACE REVELANCE IN OTTOMAN


1.Giriş
Bir yerleşim birimini kent olarak isimlendirmede mekânın kullanımı önemli bir kıstastır. Kentlerde meydanlar, büyük toplanma alanları, alışveriş alanları, forum, eğlence alanları, idari binalar, mezarlıklar ve dini mekânlar yer almaktadır. En eski kentlerde dahi dinî mekânların varlığını görmek mümkündür. Örneğin eski Sümer kenti Nippur, Tanrıların ikamet ettiği bir mekân olarak düşünülmektedir. Kent, içinde Tanrı’nın ikametgâhı durumunda bir mekân bulundurur. Brüschweiler, yıkık kentlere ilişkin bir ağıtta, bir kentin, Tanrılar arasında tartışılıp sonra var edildiğini yazar. Kentin koruyucusu olan Tanrı kenti terk ettiği zaman o kent yıkılmaktadır. Bu nedenle tapınaklar her zaman korunması gereken yerler olarak görülmüştür. Kentin kalbi tapınak olarak görülmüştür.[1]

 Dünyanın farklı bölgelerine ait 2000 yıl öncesine dair yazıtlarda kent yöneticilerinin tapınaklara ne kadar önem verdikleri hatta onların yapımında veya restorasyonunda bizzat görev aldıkları bilgileri yer almaktadır[2]. Tapınaklar kent içinde ayrıcalıklı bir yere sahip olmuşlardır. Tapınakların yer alışları ve kutsallıkları kent manzarasına tesir etmektedir. Kentlerin etrafları güvenlik kaygılarıyla surlarla çevrilmeye başlanınca tapınaklar, surların koruması altında genişleyen alanları yavaş kaplamıştır. Tapınaklar önemsenmiş ve buna paralel olarak da gelişip genişlemişlerdir. Osmanlı kentlerinde dinî mekânların bu şekilde kentin merkezinde konumlandıkları söylenebilir. Bazı kentler ise ilk önce ana meydanlar etrafında gelişmişlerdir. Bu nedenle kadim birçok kentin, tapınaklar veya büyük meydanlar etrafında geliştiği söylenebilir. İslam coğrafyasında meydanların yerine geniş cami avluları almaktadır[3].

İslam toplumlarında kentin dinsel işlevi mekânsal yapıyı belirlemektedir ve cami en belirleyici öge olmuştur[4].



2.Osmanlı’da Kent ve İnsan İlişkisi
Osmanlı’da kent meydanlarında büyük anıtsal ağaçlar, camiler ve bunların etrafındaki diğer kamusal binalar yer almaktadır. Nitekim Osmanlılarda kent, “Cuma kılınır, bazar duru” Öz, yer olarak tanımlanır. Yani bir yeri kent yapan en önemli özelliklerden biri, oranın büyük kalabalıkları kendine çekecek bir alışveriş yerinin ve büyük bir camisinin olmasıdır. “Kent iskânının belirgin unsurları olan kale, cami, mescit, han, hamam, darüşşifa, bedesten, çarşı-pazar ve mahalle gibi kamusal alanlar daha çok devralınan mimari yapılarla iç içedir ve dönüşümleri demografik gelişmeyle paralel bir seyir izler. Erken Osmanlı Döneminde kentlerin oluşmasında ve değişmesinde iki kurum önemli rol oynamıştır. Bunların ilki çok işlevli yapılar olarak inşa edilen zaviye ve zaviyeli camilerdir. Diğeri ise, ticaret yapılarıdır.”[5]

Hemen her yerde kent merkezleri aynı zamanda bir getirim merkezidir. Ancak Osmanlı’da kent merkezinin oluşturduğu artı değer vakıflara devredildiği için merkez bir getirim kavgası meydanı olmaktan çıkmıştır. Merkez, dinî, kültürel ve ticari bir merkez hâline gelmiştir. Bu yapıların bir arada olması, hayatın her alanında insan edimlerinin ana referansının ne olması gerektiğine dair güçlü bir mesaj taşımaktadır[6].

Osmanlı’da kent merkezlerinin camiler ve diğer dinî yapılar olması bundandır. “Osmanlılar bir şehri fethedince derhal ve ilk olarak ana kiliseyi camiye çevirir ve ona Ulu Cami adını verirler. Her şehirde bir ulu cami vardır. Bir kilisenin camiye tevcihi, fetihten sonra şehrin İslamlaştırılması manasına gelir.”[7]. Böylece kent, dinin en büyük mekânsal simgesi etrafında gelişmekte ve adeta dinin insanların hayatlarının merkezinde yer alması gerektiği mesajını vermektedir.

Osmanlı’da kent dokusu, dünyanın geçiciliğini simgeleyecek bir tarzda meydana getirilmiştir. Merkezdeki dinî ve idari binalar kâgir olarak yapılmıştır. Merkezde uzun yıllar ayakta kalacak olan bu binalar, aynı zamanda sağlamlıklarıyla dinin ve devletin devamlılığının simgeleridir. Gerek binaların yapım malzemeleri ve gerekse de binaların kent içinde dağılımları insana sürekli mesajlar vermekte ve bir anlam aktarımı görevi üstlenmektedirler.

İslam kentlerinde mezarlıklar genellikle cami ve zaviyelerin etraflarında yer almaktadır[8].Bu hususa farklı medeniyetlerde de rastlanmaktadır. Öldükten sonra yaşama inancı, mezarlıkların mimarisinde önemli gelişmelere neden olmuş ve mezarlıkların kent içinde özel bir mekân olarak algılanmasına neden olmuştur. Büyük ve görkemli lahitlerin, anıt mezarların, tümülüslerin ve piramitlerin yapılması; ölünün defnine dair karmaşık ritüellerin geliştirilmesi; cesedin korunması için teknikler kullanılması; ölünün yanına dünyada kullandığı eşyaların ve hatta ona ait olan hayvanların konulması buna örnektir.

Mezarlıkların kent içinde konumlanmaları önemlidir. Öte dünyaya duyulan inanç, mezarlıkların mimarisine ve kent içinde konumlanmasına tesir etmiştir. Birçok kentte mezarlıklar tapınaklara yakın olarak imar edilmişlerdir. Fakat bu durum günümüzde geçerliliğini yitirmiştir. Kırsal bölgelerde tüm halka hitap eden mezarlıklar, genellikle yerleşim birinin merkezinde yer alan caminin yanındadır. Kentlerde ise nüfusun yoğunluğu nedeniyle müstakil mezarlıklar yer almakta ama caminin yanında da küçük mezarlıklara rastlanmaktadır. Bu küçük mezarlıklarda genellikle önemli dinî şahsiyetler, devlet adamları veya önemli başka kişiler yatmaktadır. Büyük camilerin yan taraflarına, onları yaptıran büyük sultanlar defnedilmiştir.

Camiler, insanların her gün girip çıktıkları mekânlar olduğundan; dünyaya hükmeden kudretli insanların cansız bedenleriyle ve yanlarında hiçbir şey götürmeden, sadece onlardan sonra kalan hayratlarıyla var olduklarını müşahede edeceklerdir.

“İslam kültüründe ölümün izi ve kabirler korkutucu değildir. Mezarlar evlerin kıyısında, dirilerle yan yana ibret verici levhalar hâlinde kendilerini gösterirler.”İnsanlar her an onları görmektedirler[9]. Günümüz kentlerinde mezarlar gözden uzak yerdedir. İnsanlar yakınları veya sevdikleri birisi ölene kadar mezarlara gitmemekte, mezarlar ve ölüm onlar için korkutucu olmaktadır. Gündelik hayatta ölümün böyle gözden uzaklaştırılması ve yadsınması, insanlara hiç ölmeyeceklermiş gibi yaşama fırsatı sunmaktadır. Özelikle Batı toplumlarında bu duruma rastlanmaktadır.

Roma İmparatorluğu’nda mezarlar ve yaşam alanları kesin olarak ayrılmış, kente ölü girmesi yasaklanmıştır. Mutluluğu bu dünyada arayan ve bedensel hazları aşırı derecede yücelten insan, ölümü bir yok oluş olarak gördüğünde, ondan mümkün olduğunca uzaklaşmanın arayışı içine girmiştir.

Mezarlıkların gözden uzaklaştırılması ve böylece ölümün dikkatlerden kaçırılması, dine karşı aynı tutumun gösterilmesiyle ilintilidir. Hâlbuki İslamiyet kabir ziyaretini önemsemiş ve ölümün her an hatırda tutulması gerektiğini söylemiştir. Bu hatırda tutuşa yardımcı olması için mezarlıklar yaşam alanlarıyla iç içe yapılmıştır. Yapılan çalışmalarda ölüme aşinalığın ölüm korkusunu hafiflettiği görülmüştür. Ölüm düşüncesinin oluşması ve bireyi olumlu yönde etkilemesi bakımından cenaze ve mezarlık görmenin önemli olduğu tespit edilmiştir. İslam kültüründeki bu kent anlayışına rağmen günümüzde, tıpkı Batı’da olduğu gibi, mezarlıklar farklı gerekçelerle kentin dışına taşınmışlardır[10] 

Mezarlıkların kentin merkezinde yer almasının, kişinin dinî duygularını canlı tutması ve onu motive etmesi gibi getirilerinin yanında, kente bir değer ve anlam yükleme konusunda da etkili olduğu söylenebilir. Çünkü aile büyüklerinin ve sevilen insanların mezarlarının bir yerde bulunması, o yere ilişkin aidiyet duygusunu güçlü biçimde pekiştirecektir.

İslam kentinin bir başka önemli özelliği, mimarinin insanda olumlu duyguları oluşturacak bir yapıda olmasıdır. İslam mimarisinde mutluluk, sevgi, ümit, sükûnet, takva, saygı, rıza, şükran, tevekkül ve dürüstlük gibi tavırlar yer alırken Batı mimarisinde ümitsizlik, karanlık, kasvet ve dram vardır.

Bunlar, cami ile kiliseler karşılaştırıldığında rahatlıkla görülebilmektedir. Camide herkesçe kabul edilen aydınlık ve iç açıcı bir atmosfer vardır. Eski katedrallere girildiğinde etrafı bir kasvet sarmaktadır[11].

Ayrıca politeist kültürlerdeki sınırlı ve parça mekân tasavvuruna karşılık İslam mimarisinde sınırsız genel mekân anlayışı vardır. Bu mekâna, saydığımız olumlu vasıfları yükleyen şey, hem binanın yapıldığı mekân hem binanın yapılış tarzı hem de binanın tezyinidir. “İslam mimarisi sükûnet içinde harekettir, sınırlılığın berraklığına sahiptir, ifade bakımından mütevazı ve tabiidir, dramatik yahut dayatmacı olmaktan ziyade güzelliğe ve tezyinîliğe yöneliktir.” [12].

Hıristiyanlıkta kiliselerin iç ve dışındaki süsleme sanatı tasvire dayalıdır ve tasvir sanatı ciddi bir telkin aracıdır. Ancak İslam’da kutsal mekânlarda dahi böyle bir telkin aracı durumunda tasvir bulunmamaktadır. İslam kültüründe insan aktif bir seyircidir. Ona, hayatın tüm yönlerini gözlemleyebilecek bir mekân sunulmuştur[13].Yani Batı kültüründe mimari ve kentsel mekânın kullanımı insanı manipüle etmeye dönükken İslam kültüründe insan yönlendirmeye tabi tutulmamıştır. Batı tarzı tezyinde bir statiklik, donmuş bir kare vardır. İslam mimarisi ve tezyininde ise sürekli bir hareket söz konusudur.

“Hareket eden ve değişen herhangi bir şey ilahî sonsuzluğu ve faaliyeti temsil edebilir ki zaten birçok araştırmacı ve yazar da İslami tezyinin arkasında yatan anlamın bu olduğunu söyler.” [14].

Kilise mimarisinde, insanın özü itibarıyla kötü ve günahkâr olduğu prensibinde hareketle “terbiye” edilmesine dönük bir üslup kullanılmış ve sürekli korku unsurlarına, kasvetli bir havaya yer verilmiştir. Batılı kültürde mimari yapının dış cephesi önemlidir. İslam kültüründe ise binaların dış cepheleri genellikle sade, iç kısımları ise daha gösterişlidir. Bu durum, ideal insan tipini temsil etmektedir. Yani dışsal olanın değil, içsel olan ruhun gelişmesi ön plandadır [15].

İnsanın görünen dışsal özelliklerinin değil tam aksine içsel özelliklerinin, yani kişiliğine, karakterine, bilgi düzeyine, düşüncelerine dair özelliklerin ön planda olması gerektiği vurgulanmış olabilir. İslam kültüründe kısaca, insanda dış güzelliğin değil iç güzelliğin önemli olduğu söylemi, kentsel mekânlara da yansımış olabilir. Bu yaklaşım, dış mekânın kesinlikle önemsiz olduğu anlamına gelmez. Leaman’ın dediği gibi camilerde iç mekân daha ön planda olsa da bina, sadece mekânı dolduran bir taş yığını değildir ve mekânla alakasız olduğu söylenemez[16].

Hatta devasa irilikteki bir yapının dış cephesinin yalın olması ona ayrı bir ihtişam verir. Bu yalın ihtişamdan, ayrıntılı dinî tasarımlı iç mekâna geçildiğinde insan üzerinde daha güçlü bir etki yaratılmış olur. Dış cephenin yalınlığı, iç mekânın önemini yansıtır. Böylece bütün ilgi iç mekânda toplanmış olur. Dışın yalınlığı ve iç kısmın müzeyyen hâli, her seferinde mekânın yeniden kurulumunu sağlar. Böylece mekâna ilişkin ilgi sürekli canlı kalmış olur.

İslam kültüründe mabetlerin içerisinde insan ve hayvan tasvirleri bulunmamaktadır. Hatta bunlar dışında belli bir objenin tasviri de yer almaz. Yani bir objenin müstakil olarak tasvirine rastlanmaz. Duvarlarda bir karenin tekrarına dayanan büyük bir yüzey örgüsü vardır. Buradaki temel mantık, cemaatin dikkatini belli bir objeye çekmeden duvarlarda süsleme yapmak ve oluşturulan görsel sükûnetle manevi huzuru tesis etmektir. Leaman’a göre bu yorum doğru değildir. Çünkü tezyinin varoluş amacı başlı başına kendisine baktırmaktır ve her hâlükârda dikkatleri cezbeder.[17]

 Süslemede belli bir objenin kullanılması durumunda, bu obje algılandıktan sonra zihinde bir yer edinip dikkati ve düşünceyi üzerine çekebilir ve kişinin yoğunlaşmasını engelleyebilir. Oysa tekrarlar hâlinde yüzeye yayılan bir süsleme güzelliğiyle dikkatleri çekse dahi, ortada belli bir obje olmadığı için kişinin dikkatini obje üzerine çekerek dağıtma tarzında bir olumsuz etki göstermeyecektir. Bu durumda yoğunlaşma daha kolay sağlanabilecektir.

Aynı huzur ve sükûnet hâlini engin bir denize bakarken de yaşarız. Ortada bir gemi veya başka bir nesne olmadığı hâlde bu enginlik güzelliğiyle bizi çeker ama bu manzarayı izlerken manzara üzerinde bir nokta bizim dikkatimizi çekmez ve iç dünyamıza yönelebiliriz. Bazı manzaraların ilham verici olmaları böyledir.

Abdelkebir Khatibi ve Muhammed Sijelmassi gibi düşünürler İslam sanatında boşlukların olmadığını, İslam sanatının boş alanları sevmediğini söylemektedirler. Bu nedenle de tezyine abartılı bir şekilde yer verildiği ifade edilir. Binalarda, hat eserlerinde, kitaplarda ve daha pek çok yerde bunun görüldüğünü ifade etmektedirler.

Richard Ettinghausen, İslam kentlerinin kalabalıklığının tezyine de sirayet ettiğini, çölün boşluğunun sevilmemesinin sanatta da boşluğun sevilmemesine neden olduğunu, Arapların mübalağayı sevmelerinden ötürü tezyinde de aşırıya kaçtıklarını söyleyerek bu durumu izah etmeye çalışmaktadır. Leaman, İslam sanatında tezyinatın pek de rastlanmadığı örneklerin çokça var olduğunu söyleyerek bu yorumu eleştirmektedir. İslam sanatında tasarımın sade olduğu örnekler bulunmaktadır

 Camilerin dış cephelerinin oldukça sade olduğuna genellikle dikkat çekilir ve dahası camilerin içi de ekseriyetle oldukça boştur ve bu konu üzerine 19. yüzyıl Şarkiyatçıları, Katolik kiliselerinin iç mekânlarıyla camileri karşılaştıran yorumlarda bulunmuşlardır. [18]

Mekânın kendisinin sınırsız olduğunu kabul etsek bile, mekânla kayıtlı olan her şey bir yerde sona ermek zorundadır. İslami tezyinat sanatında ‘boş’ olana dair hoşnutsuzluğun bir tür ‘boşluk korkusu’ olarak ele alınabileceğini ve İslam sanatında mekânın böylesine yoğun bir biçimde doldurulmasının sebebinin de bu olduğunu ileri sürenler vardır. Ancak tamamen doldurulmuş bir mekân içinde süsleme tamamen kaybolacaktır[19].

İslam sanatında yaygın olarak kullanılan geometrik tasvir kullanımının büyüleyici taraflarından birisi dengedir. Öyle ki kullanılan şekillerin sayısı her zaman tamdır. Bu kullanım, insanlara bir denge hissi, güzel bir görüntü, aydınlık bir atmosfer vs sunmanın yanında, tezyinin bizzat içinde yer alan hüsnühat ile doğrudan yazılı bir mesaj da vermektedir. Camilerin içinde her an okunan dini yazılar bulunmaktadır. Peker, özellikle Âyetü’l-Kürsî’nin çeşitli dinî yapılarda kullanıldığını ifade etmektedir ve mülkün ve hükümdarlığın yalnızca Allah’a ait olduğu mesajını taşıdığı için bir hayat düsturu olarak bu mekânların tezyininde kullanıldığını söylemektedir [20].

Osmanlı kentinde konut, Batı kentindeki konuttan oldukça farklıdır. Camiler, medreseler, zaviyeler, köprüler, idari binalar ve daha pek çok kamusal mekân dayanıklı malzemelerden yapılmış ve tezyin edilmiş olsa da evler göze hoş gelen bir mimariye sahip olmakla birlikte aynı düzeyde tezyine tabi tutulmamışlardır. Nitekim ev, geçici bir mekân olarak görülmüştür.


Osmanlı kentlerinde konutlar, değişen aile yapısına uyum sağlamak üzere, tahta veya kerpiç gibi geçici malzemeler kullanılarak inşa edilmiştir. Bu geçicilik, dünyanın geçiciliğini yansıtmaktadır. Konut alanlarının geçici malzemelerden inşa edilmesi, ayrıca kentsel mekânın değişim ihtiyacına cevap vermiştir. Osmanlı kenti, her eve bir kimlik kazandırmaya imkân verecek bir mekân anlayışına sahiptir. Cansever’e göre Osmanlı kentinde her ev, bir ailenin amaç ve tasarımının ürünüdür ama kentin tamamı birçok ailenin tasarımı ve ürünüdür.

Bu yönüyle kente dair çok sayıda mesele, kolektif bir bilincin etkisiyle ele alınmış olur. Cansever, Türk evlerinin kendilerine has üsluplarının kaynağını şöyle ifade eder:
“Bu üslubu oluşturan temel unsurların kökleri varlık, hayat ve sanat görüşünde ve fel­sefe ile inancın özünde var olan bir kâinat ve yaratılış tasavvurunda mevcuttur. Bu varlık tasavvurunun ilk kabulleri, mekânın ve varlığın yapısının idrakinde yatar. Türk evinin mimari ve sanat eseri niteliğini belirleyen temel unsurların başında, varlığın sonsuz mekân içinde bağımsız ferdiyete sahip unsurlarının herhangi bir tayin edici, bağlayıcı merkeze tabi olmadan aditif, kümülatif ve açık bütünlükler oluşturması gel­mektedir.” [21]

Türk-İslam kültüründe evlerin mimari üsluplarının temelinde böylesine derin bir felsefi anlayış yatarken Batı mimarisinde ev, ferdiyeti olmayan ve mekân içinde kaybolan bir mimari yapıdadır. İki kültürün ev mimarisini karşılaştırırken Leaman şöyle der: “Modern Batı mimarisinde ev onu sarmalayan maddi biçimlerin yalın hatlarıyla tanımlanan bir mekâna yerleştirilir. İslam mimari eserlerinin çoğunda ise mekân, çevresindeki maddi biçimlerden adeta kesilip çıkarılır ve bu biçimlerin iç yüzeyleriyle tanımlanır.” [22]

Osmanlı’da evler geçici ve değişime açık, diğer binalar ise kentin yapısını ve karakterini koruyacak şekilde devamlılık üzere yapılmıştır, buna karşın Batı kültüründe kalıcı olan şey, kentin idareciler tarafından tayin edilen ızgara şeklindeki planı yani kentin yollarıdır. Bu yollar referans alınarak standart planda binalar dizilmektedir. Batı’da, bir imar alanı bölümlenerek evler bu bölüm üzerine inşa edilmektedir. Oysa İslam kentinde evler, bir merkezden başlayarak çevresine doğru genişlemektedir. İkisi arasında farklı bir mekân algısı vardır. Bu şekilde oluşan kentin mahalle yapısı, yolları, sokakları ve konutları farklı olmaktadır. Nitekim pek çok yazar, İslam kentlerinin kendine has bir sokak yapısı olduğunu düşünür. Bu sokak, düz bir hat boyunca ilerlemeyen, kıvrımlı, dar, çıkmazları olan bir sokaktır.

Bir İslam kenti kavramından tam olarak bahsedilemeyeceğini söyleyen Yerasimos, İslam kenti kavramından bahsedilecekse eğer, bunu İslam hukukunun ve onun kente dönük hükümlerinin oluşturacağını söylemektedir. Bir Batı kenti ile İslam kenti arasındaki en ciddi ayrım, Roma hukukuna veya İslam hukukuna göre yönetilmeyle ilgilidir. Bu hukuk anlayışı, başkalarına zarar verilmemek kaydıyla çevrenin istenildiği gibi düzenlenebileceği söylemektedir. Alanın sokak sakinlerince en fazla yarar sağlayacak şekilde özelleştirilmesinin sonucu olarak çıkmaz sokak ortaya çıkmıştır[23].

 Batılı kent şemasında çıkmaz sokağa ilişkin olumsuz bir bakış vardır. Oysa İslam kentinde kentin bir ucundan öbürüne dilediğiniz gibi geçemezsiniz. Kent kapısı, merkezî camiler ve diğer büyük alanlardan eve doğru gidildikçe sokak daralır ve en sonunda çıkmaz olur. Yani gittikçe kamudan özele geçilir. Çıkmaz sokak burada mahremiyeti sağlamaktadır. Leaman İslam’da böyle temel bir inziva ve mahremiyet olduğu fikrinin yanlış olduğunu söylemektedir[24].

Egli ise tam tersine dinî kanaatin İslam kentinde plansızlığın başlıca nedeni olduğunu iddia eder. Ona göre çıkmaz sokaklar bir çekingenlik ve tevazu eseridir[25]. Buradaki temel ayrım, aslında evin mi sokağa, yoksa sokağın mı eve göre biçim alacağıdır. Çünkü Batı’da evler sokağa göre biçimlenirken Cansever’in ifadesiyle Osmanlı’da Sokak evlerle tarif edilmiştir[26]

3.Değerlendirme
Kent, kadim dönemlerden beri var olan bir yerleşim birimidir ve genel olarak kırsalın karşıtı olarak tanımlanır. Ancak günümüzde kent denilince kastedilen şey daha çok modern kenttir ve Sanayi Devrimi sonrası oluşan büyük yerleşim birimlerini ifade etmektedir.

Sanayi Devrimi sonrası kent, daha önce olmadığı kadar değişmiş ve modernitenin uygulama sahası hâline gelmiştir. Modernitenin tüm vaatleri bu mekânda hayat bulma çabasından olmuştur. Ancak değişen kentsel mekân, bazı hoşnutsuzlukları da beraberinde getirmiştir. İnsanın kente ilişkin aidiyet duygusunu kaybetmiş, ihtiyaç duyduğu sıcak ve samimi birincil ilişkileri geliştiremez olmuş, sürekli bir güvenlik kaygısıyla yaşamaya başlamış, stres ve depresyon yaygınlaşmış, yabancılaşma ortaya çıkmıştır.

Osmanlı kenti tüm bu hoşnutsuzluklara mani olacak birtakım karakteristik özellikler göstermektedir. Gerek kentin mekânsal kurgulanışı gerek binaların inşaat şekilleri, mahallerin oluşumu, binaların tezyini ve daha pek çok özellik insana bir anlam dünyası oluşturmakta, onun kente ilişkin aidiyet duygusunu beslemekte ve ihtiyaç duyduğu birincil ilişkileri sunmaktadır.

19. yüzyılla birlikte başlayan Batılılaşma hareketleri Osmanlı kentinin özgünlüğünü yavaş yavaş yok etmeye başlamış ve bu süreç Cumhuriyet Dönemiyle birlikte doruk noktasına çıkmıştır. Günümüzde artık Batı’nın soğuk ve anlamdan yoksun kent tipleri ile karşı karşıya kalmış durumdayız.

Tüm bu özellikleriyle Osmanlı kenti diğer İslam kentlerinden farklı bir üsluba sahip bir İslam kentidir ve Batı’nın merkeziyetçi, monoton, sıkıcı, kasvetli kentinden ayrışır. Bu da Osmanlı kentine bir özgünlük verir.



[1] Huot, J. L., Thalmann, J. P., & Valbelle, D. Kentlerin doğuşu (Çev. A. B. Girgin). Ankara: İmge Kitabevi. 2000, S.251–252
[2]Thalmann, a.g.e. 252
[3]Yamaçlı, R. Mimari tasarım ve görsel çevre etkileşimi bağlamında “yer” kavramı. Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 2000, s.116
[4] Yamaçlı, a.g.e. 118
[5] Koç, Y. . “Osmanlı’da kent iskân ve demografisi (XV-XVIII. yüzyıllar)”. Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 3(6) İstanbul, 2005, s. 161–210.
[6]Cansever, T. . “İslam’da Şehir ve Mimari. İstanbul: Timaş Yayınları. İstanbul, 2006, s.117
[7]İnalcık, H. & Arı, B. “Türk-İslam-Osmanlı şehirciliği ve Halil İnalcık’ın çalışmaları”. Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 3(6), İstanbul, 2005, s.27–56.
[8]Cansever, a.g.e. s.118
[9] A.g.e. s.118
[10] Ünal, M. S. “Zamansız ölüm: Geleneksel ve modern toplum karşıtlığında ölümün yeri”. Din Bilimleri, Akademik Araştırma Dergisi, 11(2), 2011, s.121–133.
[11] Cansever, a.g.e. s.128
[12] Cansever, a.g.e. s.130
[13] Cansever, a.g.e. s.132
[14] Leaman, O. İslam estetiğine giriş. İstanbul: Küre Yayınları, 2012, s.89
[15] Leaman, a.g.e. 183
[16] Leaman, a.g.e. 186
[17] Leaman, a.g.e. 57
[18] Leaman, a.g.e. s.70
[19] Leaman, a.g.e, 103
[20] Peker, A. U. “Anadolu Selçuklu Mimari tarihinde Anlam Araştırmaları”. Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 7(13), 2009, s. 67–80.
[21] Cansever, a.g.e. s.105
[22] Cansever, a.g.e. s.110
[23] Yerasimos, S. (1999). “Tanzimat’ın kent reformları üzerine.”, P. Dumont (Ed.) Modernleşme sürecinde Osmanlı kentleri (Çev. A. Berktay) (2. bs.). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. S.22
[24] Yerasimos, a.g.e. s.24
[25] Leaman, a.g.e. 144
[26] Cansever, a.g.e. 45